Bir zamanlar sokaklar daha sessiz, yollar daha boştu. trafik problemi de yoktu ama otomobiller daha karakterliydi. Daha sert, köşeli, agresif tasarımlar araba tutkusunu körüklerdi. Direksiyon başına geçmek sadece bir yere gitmek değil bir hayat biçimini bir aşkı temsil ederdi. El işçiliğinin üst seviyede olduğu ve arabaların hem dışında hem içinde el emeğinin büyük pay taşıdığı otomobiller vardı. Bugünün 50 yaş üstü erkekleri için araba sahibi olmak o zamanlar sadece ulaşım değil bir kimlik meselesiydi. Çoğumuzun direksiyonuna oturamadığı ama vitrin camında bakakalırken veya yol kenarında park halinde gördüğümüzde cama yapışıp içeriyi gözlemleyerek iç geçirdiğimiz efsane arabalar vardı. Sakız paketinden çıkan fotoğraflarını biriktireni için de direksiyonun başına geçen için de ortak nokta bu otomobillerin verdiği heyecan ve tutkuydu.
1. Tofaş Doğan SLX – Mahallenin Ağabeyi
1990’ların başında Türkiye’nin hemen her sokağında yankılanan motor seslerinin kaldırımlardan yansıyan far ışıklarının ve yan camdan uzatılan dirseklerin ortak bir paydası vardı: Tofaş Doğan SLX. O yıllarda bir Doğan SLX’e sahip olmak sadece bir araba sahibi olmak değildi. Bu araç zamanına göre gücün tarzın ve hatta belli bir mahalle kültürünün simgesiydi. Özellikle gençlerin gözünde SLX dönemine göre hem yüksek özellikli hem de havalıydı. Pek çok markanın sağ dikiz aynalarının bile opsiyonel halde satıldığı bir döneme kıyasla hem Türkiye’de üretilmiş hem de konforlu sayılabilecek bir arabaydı.
Tofaş ailesinin daha sade modelleri olan Şahin ve Kartal’a göre SLX “lüks” olarak tanımlanırdı. Elektronik gösterge paneli, çakmaklı torpido gözü, kol dayaması ve elektrikli camları o dönemde adeta geleceği temsil ediyordu. Hatta son yıllarda klimalı versiyonları bile üretilmişti. İç mekânda kullanılan kadife döşemeler ve ahşap görünümlü detaylar o dönemde beğeni alıyordu.
Doğan SLX’in motor sesi dönemin Japon ve Avrupa araçlarının yanında daha yüksekti ve bu da özellikle gençlerin hoşuna gidiyordu. Fabrikasyon egzozdan bile çıkan o tok ses modifiye severlerin elinde bambaşka bir karakter kazanırdı. Camları filmle kaplı yere yakın bir SLX görmek o dönem neredeyse her gencin hayaliydi. Arka cama yapıştırılan yazılar ve peluş oyuncaklar, arka pandizottaki kafa sallayan köpek aksesuarları bu aracın ruhunu tamamlayan detaylardı. 90’lı yılların ortalarında ses sistemi monte edilmiş, harici sis lambası monte edilmiş on binlerce Tofaş sokaklardaydı.
Yol tutuşu belki bir BMW kadar iyi değildi ama direksiyonun tepkileri hiç de fena değildi. Arkadan itişli üretilmiş olan Tofaş’ların getirisi olarak özellikle boş arazilerde veya akşam saatlerinde şehir dışı yollarında yapılan “yanlamalar” ve egzoz gösterileri her ne kadar yasal olmasa da mahalle gençleri arasında büyük övgü toplardı.
Bugün bakıldığında nostaljik bir gülümseme bırakan Doğan SLX o yıllarda bir kuşağın duygularını, hayallerini ve isyanlarını taşıdı. Her vites geçişi bir heyecan her fren bir tutkuydu. Doğan ve Şahin’lerin büyük kısmı çürümelerinden ve pert olmalarından sebep artık yollarda değil ancak ilk günkü kondisyonunda muhafaza edilen bazı örnekleri halen mevcut ve halen Doğan ve Şahin’lerle yatıp kalkan tutkulu bir kitle var.
2. BMW E30 – Beyaz Şimşek
“O zamanlar kimin BMW’si varsa o mahallede sözü geçerdi” derler ya işte o sözlerin merkezinde genellikle BMW E30 vardı. 1980’lerin ortasından 90’ların ortasına kadar üretilen bu efsane 3 Serisi modeli Türk gençliğini Almancı arabalarıyla süsleyen bir kuşağın en çok hayalini kurduğu otomobillerden biriydi. Öyle ki mahalleye bir E30 girse çocuklar topu bırakır gözleri kocaman açılmış halde arabanın peşinden koşardı.
İki kapılı coupe versiyonu özellikle gençlerin idolüydü. Uzun kapıları, alçak yapısı, sportif hatları ve kendine has o “beyaz şimşek” görüntüsüyle E30 sadece bir otomobil değil bir duruştu. Gittiği yerde iz bırakır trafikte dikkat çekerdi.
BMW E30’u en çok sergileyenler elbette Almanya’dan gelen gurbetçilerdi. Türkiye’ye tatil için gelen aileler çamurlukları hafif geniş, çamurluğunda “325i” yazılı E30’larla akrabalarını ziyaret ettiklerinde mahalledeki çocuklar arabaya dokunmaya bile çekinirdi. Gelen ailelerin bir kısmı “çalıştım kazandım BMW aldım” ana fikriyle arabalarını sergilerlerdi 🙂
Sürüş zevki açısından E30 döneminin çok ilerisindeydi. Direksiyon hissi gerçekti, anlık tepki harikaydı ve süspansiyon kararlılığı etkileyiciydi. Hele arka çeker olması arabaya virajlarda eğlenceli bir karakter katıyordu. Birçok kişi için E30 drift ile tanışmanın ilk adımıydı. Kimi oto sanayide çalışarak bir E30 topladı kimi yurt dışından getirtti. Ama herkesin ortak bir duygusu vardı: Bu arabaya sahip olmak bir ayrıcalıktı.
İç mekânda kullanılan koyu renkli kumaş döşemeler turuncu ışıklı göstergeler ve sürücü odaklı kokpit tasarımı E30’un sadece dış görünüşle değil detaylarla da fark yarattığını gösteriyordu. Ayrıca analog göstergeleriyle ve sade tasarımıyla, günümüzdeki elektronik karmaşadan uzak “saf sürüş” deneyimi sunuyordu.
BMW E30’un M3 versiyonu ise bambaşka bir hikâyeydi. Türkiye’de nadir bulunmasına rağmen, otomobil tutkunlarının duvarlarına astığı posterlerde hep o vardı. Geniş çamurluklar, çift egzoz çıkışı ve spoiler’lı yapısıyla E30 M3 adeta bir otomobil efsanesiydi.
Bugün halen birçok araba severin garajında ya da hayallerinde yer alan BMW E30 sadece bir otomobil değil bir dönemin ruhunu yansıtan zamansız bir ikon. Günümüzde parçalarının zor da olsa bulunabilmesi de sahipleri için bir avantaj.
3. Peugeot 205 GTI – Fransız Asili
1980’lerin ortasında sahneye çıkan Peugeot 205 GTI Fransız otomobil endüstrisinin “ben de buradayım” dediği andı. O yıllarda Alman arabaları güç ve kaliteyle anılırken, Fransızlar daha çok konfor ve tasarımla öne çıkıyordu. Ama Peugeot 205 GTI bu algıyı yerle bir etti. Kompakt boyutları, sportif karakteri ve muazzam yol tutuşuyla, sadece Avrupa’nın değil, Türkiye’nin de gençleri tarafından “asfaltın yaramaz çocuğu” ilan edildi. Reklamları için Peugeot tarafından servet ödendi ve resmen bir sinema filmini andıran reklamları dünyada ses getirdi ve satışların patlamasına yol açtı.
1.6 litrelik motorla başlayan serüven, kısa süre sonra 1.9 litrelik daha güçlü versiyonla taçlandı. Hafifliği ve düşük ağırlık merkezi sayesinde virajlara adeta yapışıyor, şehir içindeki kıvraklığıyla dar sokaklarda dans ediyordu. Gaz pedalına dokunur dokunmaz verdiği tepkiyle o dönem bu sınıfta başka hiçbir araç onun kadar heyecan yaratmıyordu.
Bu küçük ancak hırçın araba özellikle İstanbul’un, İzmir’in, Ankara’nın bazı semtlerinde gençlerin gözdesiydi. Tamponundaki kırmızı şerit, GTI rozetleri ve geniş jantları onu yolda gördüğünüzde sıradan bir 205’ten hemen ayırmanızı sağlardı. Deri direksiyonu dönemin tercihlerindendi.
“Fransız işi olur mu?” diye burun kıvıranlar bile 205 GTI’nın direksiyonuna geçtiğinde fikrini değiştirirdi. Çünkü bu araba sadece hız yapmıyor; sürücüsüyle bağ kuruyordu. Pek çok 205 GTI sahibi aracına aşıktı hatta satanlar da bin pişman olup sattıkları aracı geri almaya çalışıyorlardı. Vites geçişlerinin hissiyatı direksiyondaki tepkisellik, fren pedalıyla olan temas… Hepsi doğrudan doğruya sürücüye sesleniyordu. Bu nedenle 205 GTI, sadece hızlı bir araç değil “sürücü otomobili”ydi. Arka süspansiyon torsiyon sisteminden oluşuyordu, arkalarda yay yoktu ve bu da 205’lerin yol tutuşu konusunda efsane olmasını sağlıyordu.
Ralli dünyasında da ciddi bir şöhret kazandı. Özellikle Group B döneminin ardından gelen ralli meraklıları bu otomobili küçük çaplı yarışlarda veya amatör ralli parkurlarında kullanmaya başladı. Hafif yapısı güçlü motoru ve uygun fiyatıyla birçok genç sürücünün ilk ralli deneyimi 205 GTI ile gerçekleşti. Hatta Türkiye’de bazı yarış severler bu aracı “minik roket” olarak anmaya başlamıştı.
İç tasarımı da dışı kadar etkileyiciydi. Kırmızı dikişli koltuklar, üç kollu direksiyon ve sade ama sportif gösterge paneli, sürücüyü yarış pistindeymiş gibi hissettiriyordu. Arabanın içindeki atmosfer onu sadece bir ulaşım aracı değil, bir tutku nesnesi haline getiriyordu. Başka otomobillerle 100 km hızla giderken aldığınız hız hissiyatını 205 GTI’da sanki 150 km gibi hissederdiniz, çükü araç yere çok yakındı ve motor sesi ve egzoz sesi hız hissiyatını arttırırdı.
Peugeot 205 GTI zamanla birçok “hot hatch” modelin öncüsü haline geldi. Bugün GTI rozeti bir prestij sembolüyse bu ünvanı ilk hak eden araçlardan biri kesinlikle 205 GTI’dır. Hâlâ koleksiyonerlerin peşinden koştuğu, modifiye tutkunlarının baş tacı yaptığı bu küçük Fransız belki de en fazla şu sözü hak ediyor: Küçüktü ama yüreği büyüktü. 205 GTI halen Fransa, İngiltere ve Türkiye başta olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde talep görüyor. Yedek parçalarını bulmak zor olsa da bir şekilde yurt dışından ikinci el olarak temin edilebiliyor. Ayrıca Peugeot’un Fransa’da bulunan müzesinde faaliyet gösteren ve eski model Peugeot ve Citroen araçları olan, parça bulma sıkıntısı yaşayan otomobil sahiplerini düşünere kurduğu online mağaza’dan aracın pek çok parçasını temin etmek mümkün ancak bunlar sürekli üretilen değil, dünyanın dört bir yanındaki bayilerin elinde kalmış ve Fransa’daki depoya geri çağırılmış ürünler o nedenle parça arayışındaysanız elinizi çabuk tutun! Siteye şu adresten erişebilirsiniz: https://www.boutique-laventure-association.com/en/26-205
4. Ford Mustang Foxbody – Amerikan Rüyası
Bir araba düşün ki sadece sesiyle bile kalabalığı susturabilsin… İşte Ford Mustang Foxbody, o arabalardan biriydi. 1979’dan 1993’e kadar üretilen bu üçüncü nesil Mustang Amerikan otomobil kültürünün sokaktaki somut haliydi. Türkiye’de pek yaygın değildi ama adını duymayan, hayalini kurmayan genç neredeyse yoktu. Çünkü bu araba sadece bir taşıt değil bir rüyaydı.
Mustang denilince akla gelen klasik yuvarlak hatlar Foxbody’de daha köşeli, daha agresif bir hale bürünmüştü. Uzun ve düz kaputu, sert bakışlı farları ve kaslı arka yapısıyla (Amerikan otomobillerinin pek çoğu öyleydi) adeta “Ben geldim!” diye bağırıyordu. Hele ki siyah ya da kırmızı bir Foxbody, spoiler’lı ve çift çıkış egzozluysa…
Motor kaputunun altında genellikle bir V8 canavar yatardı. 5.0 litrelik bu blok, gaza hafif dokunduğun anda tüm gövdeyi titreten ve neredeyse kalbiyle nefes alan bir yapıdaydı. Egzozdan çıkan o boğuk ve tok ses Mustang’i uzaktan tanımak için yeterliydi. Öyle ki sahip olamasalar da yüz binlerce genç odasının duvarlarını Mustang ile süslüyordu.
Türkiye’de Mustang Foxbody nadir bulunurdu. O yüzden bir tane gördüğünüzde, o arabaya sahip kişinin hayatı da sıradan biri gibi görünmezdi. “Amerika görmüş” derlerdi mesela. Belki Almancı bir gençti, belki de yurt dışından özel olarak getirmiş bir tutkun. Ama kesin olan bir şey vardı: O direksiyona oturan kişi, özgür ruhluydu ve herkes gibi olmak istemiyordu.
Foxbody Mustang’lerin İstanbul’un Bağdat Caddesi’nde, Ankara’da Çayyolu’nda ya da İzmir’de Karşıyaka sahilinde süzülerek geçtiğini hatırlayanlar o günleri hâlâ gözleri parlayarak anlatır. Çünkü o arabalar oradan sadece geçmedi; iz bıraktı.
İç mekânı da dışı kadar karakter sahibiydi. Üç kollu spor direksiyonu, sert koltukları, klasik gösterge paneli… Airbag yoktu belki ama heyecan fazlasıyla vardı. Otomatik vitesli olanlar nispeten konforluydu, manuel olanlar ise tam bir şoför arabasıydı. Gaz tepkimesi için bir şey yazmaya gerek yok herhalde!
Foxbody Mustang, 80’ler Amerikan kültürünü Türkiye’ye getiren sessiz ama güçlü bir elçiydi. Filmlerden gördüğümüz rüyaları ete kemiğe büründüren bir semboldü. Gençlerin duvarına astığı poster, rüyalarında sürdüğü araba, bazı şanslıların ise hayat boyu unutamayacağı ilk aşkıydı.
Bugün hâlâ birkaç örneği klasik araba meraklılarının elinde yaşıyor. Ve her çalıştırıldığında bir dönemin tutkusu, heyecanı, hayalleri de onunla birlikte tekrar canlanıyor.
5. Peugeot 106 GTI – Ufak Canavar (Namı diğer “otoban faresi”)
Peugeot 106 GTI, 90’ların sonunda Türkiye yollarında görmeye başladığımızda, ilk bakışta çoğu kişi onun ne kadar iddialı bir araba olduğunu fark etmemişti. “Küçük araba işte” diyerek bakanların çoğu, 106 GTI’nın motor sesini duyduğunda ikinci kez dönüp bakmaya başladı. Çünkü bu küçük Fransız, dış görünüşüyle mütevazıydı ama gaza basıldığında içinden bir canavar çıkıyordu. Bu yüzden halk arasında kısa sürede “otoban faresi” lakabını aldı.
1.6 litrelik motoru, 120 beygir civarındaki gücüyle dönemin pek çok daha büyük ve pahalı arabasını sollayabiliyordu. Üstelik ağırlığı sadece 950 kg civarındaydı. Bu da ona 100 beygir başına düşen güçte adeta bir go-kart çevikliği veriyordu. Virajlarda adeta rayına oturur, direksiyon tepkileriyle sürücüsüne neredeyse telepatik bir iletişim kurardı. Süspansiyonu ve yol tutuşu o denli iyiydi ki meşhur İngiliz otomobil programı “Top Gear”‘ın yaptığı testte yol tutuşunda Porsche, Ferrari ve Volkswagen’i sollamıştı ve 1. olmuştu. Bu birincilik İngiltere başta olmak üzere tüm dünyada yankı uyandırmıştı ve 106 GTI satışlarının patlamasına sebep olmuştu.
106 GTI özellikle gençler arasında büyük ilgi gördü. Çünkü hem hızlıydı, hem ulaşılabilir fiyat aralığındaydı, hem de dışarıdan çok dikkat çekmeden modifiye edilebiliyordu. Açık hava filtresi ve egzoz takılanları da gördük, body kit takıp yere basan versiyonlarını da. Cam filmi, krom jant, düşük yay derken; bu küçük GTI, gençlerin kendi kimliğini yansıttığı bir tuvale dönüştü. Bir dönem 106 GTI’leri modifiye etmek o kadar popülerdi ki orijinal bir 106 GTI bulmak neredeyse imkansız hale gelmişti. Kaput ve bagaj logo iptalleri, silecek iptalleri artık standart hale gelmişti.
Koltukları beklenenden daha rahattı ve dönemin pek çok otomobilinden daha tatmin ediciydi. Sarı, mavi, kırmızı desenli kumaş koltukların yanı sıra en çok tercih edilen koltuk versiyonu deri-nubuk olanıydı. Bazı versiyonlarının arka koltuklarında da kafalıkları mevcuttu. Pek çok 106 GTI’de çift hava yastığı, ABS, Sunroof, Klima, elektrikli aynalar özellik olarak mevcuttu.
106 GTI aynı zamanda birçok kişinin hayatında ilk kez hız yaptığı araba oldu. 0’dan 100’e 8.5 saniyede ulaşması o dönem için ciddi bir değerdi. Basit yazılım modifiyeleriyle bile motora dokunmadan 130-135 beygir güç elde edilebiliyordu ve aracın 0-100 performansı 6 saniyelere çekilebiliyordu.
Peugeot 106 GTI’nın bir diğer efsanevi özelliği de onun “fiyat / performans” sunmasıydı. Genellikle pahalı olmayan ve gösterişli yapısı gençleri cezbetti. “Civic alamadım, ama 106 GTI buldum” diyenler, çoğu zaman arabayı sürdükten sonra “iyi ki böyle olmuş” demeye başladı çünkü bu araba sadece sahip olunan bir şey değil; yaşanılan bir deneyimdi. Öyle ki 106 tutkusu yaşı ne olursa olsun insanların peşini bırakmadı.
Bugün hâlâ temiz 106 GTI bulmak zor. Çünkü ya çok hor kullanıldı ya da koleksiyoncular tarafından saklanıyor. Ama bu araba bir dönem, özellikle 90’ların sonu ile 2000’lerin başında, Türkiye yollarının en hızlı ve en enerjik karakterlerinden biriydi. Küçüktü, hafifti, agresifti, gençti… Tıpkı onu kullananlar gibi.
Ve şimdi bir yerlerde en az 15-20 yıldır aynı kişinin sahip olduğu birkaç 106 GTI varsa, bil ki sahipleri aslında bir otomobil değil gençlik anılarını saklıyordur.

99 2881 VO 005 106
Bugünün 50 yaş üstü erkekleri için bu arabalar sadece bir ulaşım aracı değil; gençliğin tutkusu, hayal gücünün yansımasıydı. Kimisi sadece bakabildi, kimisi bir gün almanın hayalini kurdu, kimisi direksiyonuna geçip özgürlüğü tattı. Her ne olursa olsun o dönemin arabaları bugünkü gibi ruhsuz, standart, dijital kadranlı ve ekranlı makineler değil; insanla bütünleşen canlı ve mekanik varlıklardı.
Şimdi geri dönüp bakınca, egzoz sesiyle, karbüratör kokusuyla, sert vites geçişleriyle o arabalar hâlâ kalbimizde bir yerlerde çalışıyor. Elektrikli ve hatta fosil yakıtlı olmasına rağmen vitesi otomatik olan araçlar o eski araçların tadını vermiyor.